9786055765965
364879
https://www.turkishbooks.com/books/ne-olur-geri-donme-p364879.html
Ne Olur Geri Dönme
2.16
Ne Olur Geri Dönme, Nadirin, 90lı yıllardaki fakülte günlerine, askerliğine ve gençlik özlemlerine geri dönüşlerle kurgulanan yaşamının öykülerinden oluşuyor. Adam gibi adam kavramının hâkim olduğu bir toplumda; tutunmak için uğraşanlar ile tutunduğundan kopmak isteyenler arasında gidip gelenler ve bu çabalamada yılgın ruhlara dönüşenler ironik bir yaklaşımla ele alınıyor. Yazarla birlikte aynı akıntıya kapılıp gidecek, satır aralarında kendi yaşamınızdan kesitler yakalayacaksınız
Aklımda sorular kendimi didiklerken, ekrana yazdıklarıma dehşetle baktım. Bu sefer, bu sefer dönüş yok, diye mırıldandığımı hatırlıyorum ve düşünmeye fırsat bırakmadan tweet tuşuna bastım:
Dün gece Zümrütevlerde, Berber Sonerde bir adam beni Remzi diye birine benzetip makasla üstüme saldırdı, canımı zor kurtardım.
Yaptığıma inanamayarak yayımladığım cümleyi oku¬dum üst üste. Kalbim gümbürdüyordu. Tabii, sabahın köründe kimse bir cevap yazmadı. İnsanlar okuyunca ciddiye alacak mı diye düşünüyordum. Karımın uyandığını fark etmemiştim. Tuvalet kapısının önünden, Saat kaç? diye seslenince irkildim.
Kabahat işlemiş bir çocuk gibi, kapıya dönüp, Altı buçuk, diye cevap verdim.
Galata Köprüsünün Yandığı Gece Oradaydık Biz Anne
Köprüye varıp aşağıya iner inmez, Atsak ya bunları, dedi.
Dönem başından beri tuttuğumuz Elektronik Devreleri notları geçti aklımdan bir an. Suya savursak çok da bir şey kaybetmezdik, finaller için adam gibi birinin defterini alıp fotokopisini çektirmeyecek miydik, bizimkilerde bir ders varsa beşi eksik değil miydi?
Bir an için sorumluluk hissi nereden de geldiyse, Kalsın, boş ver, diye cevap verdim.
Kemancıya doğru yürürken defterleri rulo yaptık aynı anda.
Saçlar uzundu. Yürürken postallarımızın üzerinde yaylanırdık, sağı solu bize bakan var mı diye keserdik.
Hafif içince, Kanka, ben bir mitoloji tanrısıyım ama kızlar bunu fark edemiyor, deyip gülerdi.
Deli gibi eğlendiğimizi hatırlıyorum o gece. Breaking The Lawı söylerken kendimizden geçmiş, Nothing Else Mattersta klasik saygı duruşumuza kalkmıştık.
One, One, Master of Puppets, diye tezahürata başlayınca, Attırayım Metallicanıza, demişti bir ızbandut.
Dört kişi olmamıza rağmen susmuş, ama oradan ayrıldığımızda Beşiktaşa yürürken, ilk fırsatta tek yakalayıp indirmeye yemin etmiştik hergeleyi.
Defterleri köprü altında unuttuğumuz o gecenin sabahında, radyodan köprünün yandığını dinledik Samide. Kahvaltı ediyorduk. Sami kelle saymış, gerektiği kadar çatal yıkamıştı. Ağız dolusu sövdük yakanlara, dikkatsizlik veya kundaklama fark etmez, anasını babasını ayırt etmeden beddualar ettik.
Annelerimiz bilse o gece orada olduğumuzu fenalık geçirirlerdi herhalde. Oysa, köprü vizelerden, finallerden sonraki tartışmasız duraktı gözümüzde. Tüm dertleri bohçalayıp Haliçe bı¬¬raktığımız, sonsuza kadar sürmeyeceğini sezdiğimiz keyifti. Dün¬¬¬yanın en güzel yerine kurulu film platosuydu. Orada bir bira içince tüm zamanlara dokunabiliyordu insan. Martılar, balıkçılar, İstanbulun akşam olurken dün¬yayı umursamayacak kadar güzel silueti birleşip ayak¬larımızı yerden kesiyordu. Köprü nefes almaktı, bütün imkânsızlıkları birleştiren bir şenlikti.
Sonra, Fakülte dört sene, bir ömür, dediğimiz zaman akıp geçti ve okulu bitirdik.
Nadir, bitirme tezini Teşvikiyede babaannesinin apartmanının kapısında unuttuğunu bir hafta sonra fark etmiş, Titreyerek gittim, ama kapıcı bulmuş Allahtan, ondan aldım, demişti o yaz sonu görüştüğümüzde.
Sözlüsünde profesörü, Seninkinin temeli Maxwell, yaz bakalım denklemini öncelikle bir tahtaya, deyince, garanti olsun diye bir kâğıda yazdığı notlarına bakarak, tebeşir aranmış; arkasında heyet gülmekten kırılırken onlara gülümsemiş ve ittir kalktır geçer notu almış benim gibi.
Hocası, Borçlusun bize, söz ver iyi mühendis olacağına, deyince çıkarken, Olacağım, diye söz vermiş o da.
Başardık da. O zaman zerre kadar inanmazken, en iyisi olduk bir dönem. İnsanın başına hiç düşünmeyeceği şeyler geliyormuş gerçekten meğer.
Her neyse, sözlüyü de hallettikten sonra Taksimdeki Yeni Kemancıya gittik kutlama niyetiyle. Büyük yük kalkmıştı üstümüzden. Pozitif elektrik falan hikâye, resmen hidroelektrik santralı gibi enerji saçıyorduk.
İçeri girer girmez, Avustralyalı iki kızla tanıştık. Na¬dirin saçlar iyice uzamış, olduğu yerde zıplıyordu ve mühendis çıktığımızı öyle bir anlatıyordu ki gelene geçene, gören Nobel Bilim Ödülünü aldık sanabilirdi.
Nasıl bir anda heyecanlanıp Oğuz Atayın büyüklüğüne geçebiliyordu, takip edemiyordum. Ama Allahın Sid¬neyli kızlarına onun kolay çevrilememesinin nedenlerini, onun da bizim gibi Teknik Üniversiteli bir mühendis olduğunu anlatırken, coşkusundan bir oyun oynadığını hayal ettiğini seziyordum.
Uzun lafı kısası, bizden hoşlandılar. İstiklal Caddesini, Oda¬kulenin oraya kadar sevgililer gibi sarmaş dolaş yürüdük. Gecenin karanlığında, yolda durup öpüşüyorduk kızlarla. Arada da dönüp, gerçek mi bu diye birbirimize bakıyorduk.
Kızlar size gidelim dedikçe, Hadi oğlum sana, bizimkiler evde, deyip durdu Nadir.
Üsküdardaki bodrum kat öğrenci evimizi öyle bir böcek basmıştı ki, tavandan üstümüze yağıyordu adeta! Götüremedim. Nadirin bile uzun süredir karşıya yolu düşmediğinden durumu bilmiyor ve anlam veremiyordu kabul etmeyişime.
Pera Palasın önüne kadar geldik. Nadirinki, paralı askerler hariç bizim için ilk deneyim olacağını çözmüştü kesin. Kuytulara çekiyordu çocuğu ve tekrarla söylediklerimi deyip ona yapacaklarını söyletiyor, Nadirin ise eli ayağı titrerken yanakları kızarıyordu.
Çok sonra, Kız bir senedir kimseyle birlikte olmadığını söyledi bana, diye anlatmıştı bize.
Sen ne dedin? diye sormuştuk.
Benim de o kadar oldu, dedim, demişti.
Kahkahadan nefes almaya fırsat bulduğumuz ilk anda, Anladı oğlum bizim yalan milliliğimizi, deyince, daha bir katılmıştık.
Pera Palas bizi elbette içeri almadı. Ertesi gece aynı yerde buluşmaya karar verdik. Gerekli ayarlamaları yaptıktan sonra, erkenden gidip neredeyse sabaha kadar bekledik ama gelen giden olmadı.
Biz de deli gibi kahrolup, sarhoş olduk o gece...
Aklımda sorular kendimi didiklerken, ekrana yazdıklarıma dehşetle baktım. Bu sefer, bu sefer dönüş yok, diye mırıldandığımı hatırlıyorum ve düşünmeye fırsat bırakmadan tweet tuşuna bastım:
Dün gece Zümrütevlerde, Berber Sonerde bir adam beni Remzi diye birine benzetip makasla üstüme saldırdı, canımı zor kurtardım.
Yaptığıma inanamayarak yayımladığım cümleyi oku¬dum üst üste. Kalbim gümbürdüyordu. Tabii, sabahın köründe kimse bir cevap yazmadı. İnsanlar okuyunca ciddiye alacak mı diye düşünüyordum. Karımın uyandığını fark etmemiştim. Tuvalet kapısının önünden, Saat kaç? diye seslenince irkildim.
Kabahat işlemiş bir çocuk gibi, kapıya dönüp, Altı buçuk, diye cevap verdim.
Galata Köprüsünün Yandığı Gece Oradaydık Biz Anne
Köprüye varıp aşağıya iner inmez, Atsak ya bunları, dedi.
Dönem başından beri tuttuğumuz Elektronik Devreleri notları geçti aklımdan bir an. Suya savursak çok da bir şey kaybetmezdik, finaller için adam gibi birinin defterini alıp fotokopisini çektirmeyecek miydik, bizimkilerde bir ders varsa beşi eksik değil miydi?
Bir an için sorumluluk hissi nereden de geldiyse, Kalsın, boş ver, diye cevap verdim.
Kemancıya doğru yürürken defterleri rulo yaptık aynı anda.
Saçlar uzundu. Yürürken postallarımızın üzerinde yaylanırdık, sağı solu bize bakan var mı diye keserdik.
Hafif içince, Kanka, ben bir mitoloji tanrısıyım ama kızlar bunu fark edemiyor, deyip gülerdi.
Deli gibi eğlendiğimizi hatırlıyorum o gece. Breaking The Lawı söylerken kendimizden geçmiş, Nothing Else Mattersta klasik saygı duruşumuza kalkmıştık.
One, One, Master of Puppets, diye tezahürata başlayınca, Attırayım Metallicanıza, demişti bir ızbandut.
Dört kişi olmamıza rağmen susmuş, ama oradan ayrıldığımızda Beşiktaşa yürürken, ilk fırsatta tek yakalayıp indirmeye yemin etmiştik hergeleyi.
Defterleri köprü altında unuttuğumuz o gecenin sabahında, radyodan köprünün yandığını dinledik Samide. Kahvaltı ediyorduk. Sami kelle saymış, gerektiği kadar çatal yıkamıştı. Ağız dolusu sövdük yakanlara, dikkatsizlik veya kundaklama fark etmez, anasını babasını ayırt etmeden beddualar ettik.
Annelerimiz bilse o gece orada olduğumuzu fenalık geçirirlerdi herhalde. Oysa, köprü vizelerden, finallerden sonraki tartışmasız duraktı gözümüzde. Tüm dertleri bohçalayıp Haliçe bı¬¬raktığımız, sonsuza kadar sürmeyeceğini sezdiğimiz keyifti. Dün¬¬¬yanın en güzel yerine kurulu film platosuydu. Orada bir bira içince tüm zamanlara dokunabiliyordu insan. Martılar, balıkçılar, İstanbulun akşam olurken dün¬yayı umursamayacak kadar güzel silueti birleşip ayak¬larımızı yerden kesiyordu. Köprü nefes almaktı, bütün imkânsızlıkları birleştiren bir şenlikti.
Sonra, Fakülte dört sene, bir ömür, dediğimiz zaman akıp geçti ve okulu bitirdik.
Nadir, bitirme tezini Teşvikiyede babaannesinin apartmanının kapısında unuttuğunu bir hafta sonra fark etmiş, Titreyerek gittim, ama kapıcı bulmuş Allahtan, ondan aldım, demişti o yaz sonu görüştüğümüzde.
Sözlüsünde profesörü, Seninkinin temeli Maxwell, yaz bakalım denklemini öncelikle bir tahtaya, deyince, garanti olsun diye bir kâğıda yazdığı notlarına bakarak, tebeşir aranmış; arkasında heyet gülmekten kırılırken onlara gülümsemiş ve ittir kalktır geçer notu almış benim gibi.
Hocası, Borçlusun bize, söz ver iyi mühendis olacağına, deyince çıkarken, Olacağım, diye söz vermiş o da.
Başardık da. O zaman zerre kadar inanmazken, en iyisi olduk bir dönem. İnsanın başına hiç düşünmeyeceği şeyler geliyormuş gerçekten meğer.
Her neyse, sözlüyü de hallettikten sonra Taksimdeki Yeni Kemancıya gittik kutlama niyetiyle. Büyük yük kalkmıştı üstümüzden. Pozitif elektrik falan hikâye, resmen hidroelektrik santralı gibi enerji saçıyorduk.
İçeri girer girmez, Avustralyalı iki kızla tanıştık. Na¬dirin saçlar iyice uzamış, olduğu yerde zıplıyordu ve mühendis çıktığımızı öyle bir anlatıyordu ki gelene geçene, gören Nobel Bilim Ödülünü aldık sanabilirdi.
Nasıl bir anda heyecanlanıp Oğuz Atayın büyüklüğüne geçebiliyordu, takip edemiyordum. Ama Allahın Sid¬neyli kızlarına onun kolay çevrilememesinin nedenlerini, onun da bizim gibi Teknik Üniversiteli bir mühendis olduğunu anlatırken, coşkusundan bir oyun oynadığını hayal ettiğini seziyordum.
Uzun lafı kısası, bizden hoşlandılar. İstiklal Caddesini, Oda¬kulenin oraya kadar sevgililer gibi sarmaş dolaş yürüdük. Gecenin karanlığında, yolda durup öpüşüyorduk kızlarla. Arada da dönüp, gerçek mi bu diye birbirimize bakıyorduk.
Kızlar size gidelim dedikçe, Hadi oğlum sana, bizimkiler evde, deyip durdu Nadir.
Üsküdardaki bodrum kat öğrenci evimizi öyle bir böcek basmıştı ki, tavandan üstümüze yağıyordu adeta! Götüremedim. Nadirin bile uzun süredir karşıya yolu düşmediğinden durumu bilmiyor ve anlam veremiyordu kabul etmeyişime.
Pera Palasın önüne kadar geldik. Nadirinki, paralı askerler hariç bizim için ilk deneyim olacağını çözmüştü kesin. Kuytulara çekiyordu çocuğu ve tekrarla söylediklerimi deyip ona yapacaklarını söyletiyor, Nadirin ise eli ayağı titrerken yanakları kızarıyordu.
Çok sonra, Kız bir senedir kimseyle birlikte olmadığını söyledi bana, diye anlatmıştı bize.
Sen ne dedin? diye sormuştuk.
Benim de o kadar oldu, dedim, demişti.
Kahkahadan nefes almaya fırsat bulduğumuz ilk anda, Anladı oğlum bizim yalan milliliğimizi, deyince, daha bir katılmıştık.
Pera Palas bizi elbette içeri almadı. Ertesi gece aynı yerde buluşmaya karar verdik. Gerekli ayarlamaları yaptıktan sonra, erkenden gidip neredeyse sabaha kadar bekledik ama gelen giden olmadı.
Biz de deli gibi kahrolup, sarhoş olduk o gece...
Ne Olur Geri Dönme, Nadirin, 90lı yıllardaki fakülte günlerine, askerliğine ve gençlik özlemlerine geri dönüşlerle kurgulanan yaşamının öykülerinden oluşuyor. Adam gibi adam kavramının hâkim olduğu bir toplumda; tutunmak için uğraşanlar ile tutunduğundan kopmak isteyenler arasında gidip gelenler ve bu çabalamada yılgın ruhlara dönüşenler ironik bir yaklaşımla ele alınıyor. Yazarla birlikte aynı akıntıya kapılıp gidecek, satır aralarında kendi yaşamınızdan kesitler yakalayacaksınız
Aklımda sorular kendimi didiklerken, ekrana yazdıklarıma dehşetle baktım. Bu sefer, bu sefer dönüş yok, diye mırıldandığımı hatırlıyorum ve düşünmeye fırsat bırakmadan tweet tuşuna bastım:
Dün gece Zümrütevlerde, Berber Sonerde bir adam beni Remzi diye birine benzetip makasla üstüme saldırdı, canımı zor kurtardım.
Yaptığıma inanamayarak yayımladığım cümleyi oku¬dum üst üste. Kalbim gümbürdüyordu. Tabii, sabahın köründe kimse bir cevap yazmadı. İnsanlar okuyunca ciddiye alacak mı diye düşünüyordum. Karımın uyandığını fark etmemiştim. Tuvalet kapısının önünden, Saat kaç? diye seslenince irkildim.
Kabahat işlemiş bir çocuk gibi, kapıya dönüp, Altı buçuk, diye cevap verdim.
Galata Köprüsünün Yandığı Gece Oradaydık Biz Anne
Köprüye varıp aşağıya iner inmez, Atsak ya bunları, dedi.
Dönem başından beri tuttuğumuz Elektronik Devreleri notları geçti aklımdan bir an. Suya savursak çok da bir şey kaybetmezdik, finaller için adam gibi birinin defterini alıp fotokopisini çektirmeyecek miydik, bizimkilerde bir ders varsa beşi eksik değil miydi?
Bir an için sorumluluk hissi nereden de geldiyse, Kalsın, boş ver, diye cevap verdim.
Kemancıya doğru yürürken defterleri rulo yaptık aynı anda.
Saçlar uzundu. Yürürken postallarımızın üzerinde yaylanırdık, sağı solu bize bakan var mı diye keserdik.
Hafif içince, Kanka, ben bir mitoloji tanrısıyım ama kızlar bunu fark edemiyor, deyip gülerdi.
Deli gibi eğlendiğimizi hatırlıyorum o gece. Breaking The Lawı söylerken kendimizden geçmiş, Nothing Else Mattersta klasik saygı duruşumuza kalkmıştık.
One, One, Master of Puppets, diye tezahürata başlayınca, Attırayım Metallicanıza, demişti bir ızbandut.
Dört kişi olmamıza rağmen susmuş, ama oradan ayrıldığımızda Beşiktaşa yürürken, ilk fırsatta tek yakalayıp indirmeye yemin etmiştik hergeleyi.
Defterleri köprü altında unuttuğumuz o gecenin sabahında, radyodan köprünün yandığını dinledik Samide. Kahvaltı ediyorduk. Sami kelle saymış, gerektiği kadar çatal yıkamıştı. Ağız dolusu sövdük yakanlara, dikkatsizlik veya kundaklama fark etmez, anasını babasını ayırt etmeden beddualar ettik.
Annelerimiz bilse o gece orada olduğumuzu fenalık geçirirlerdi herhalde. Oysa, köprü vizelerden, finallerden sonraki tartışmasız duraktı gözümüzde. Tüm dertleri bohçalayıp Haliçe bı¬¬raktığımız, sonsuza kadar sürmeyeceğini sezdiğimiz keyifti. Dün¬¬¬yanın en güzel yerine kurulu film platosuydu. Orada bir bira içince tüm zamanlara dokunabiliyordu insan. Martılar, balıkçılar, İstanbulun akşam olurken dün¬yayı umursamayacak kadar güzel silueti birleşip ayak¬larımızı yerden kesiyordu. Köprü nefes almaktı, bütün imkânsızlıkları birleştiren bir şenlikti.
Sonra, Fakülte dört sene, bir ömür, dediğimiz zaman akıp geçti ve okulu bitirdik.
Nadir, bitirme tezini Teşvikiyede babaannesinin apartmanının kapısında unuttuğunu bir hafta sonra fark etmiş, Titreyerek gittim, ama kapıcı bulmuş Allahtan, ondan aldım, demişti o yaz sonu görüştüğümüzde.
Sözlüsünde profesörü, Seninkinin temeli Maxwell, yaz bakalım denklemini öncelikle bir tahtaya, deyince, garanti olsun diye bir kâğıda yazdığı notlarına bakarak, tebeşir aranmış; arkasında heyet gülmekten kırılırken onlara gülümsemiş ve ittir kalktır geçer notu almış benim gibi.
Hocası, Borçlusun bize, söz ver iyi mühendis olacağına, deyince çıkarken, Olacağım, diye söz vermiş o da.
Başardık da. O zaman zerre kadar inanmazken, en iyisi olduk bir dönem. İnsanın başına hiç düşünmeyeceği şeyler geliyormuş gerçekten meğer.
Her neyse, sözlüyü de hallettikten sonra Taksimdeki Yeni Kemancıya gittik kutlama niyetiyle. Büyük yük kalkmıştı üstümüzden. Pozitif elektrik falan hikâye, resmen hidroelektrik santralı gibi enerji saçıyorduk.
İçeri girer girmez, Avustralyalı iki kızla tanıştık. Na¬dirin saçlar iyice uzamış, olduğu yerde zıplıyordu ve mühendis çıktığımızı öyle bir anlatıyordu ki gelene geçene, gören Nobel Bilim Ödülünü aldık sanabilirdi.
Nasıl bir anda heyecanlanıp Oğuz Atayın büyüklüğüne geçebiliyordu, takip edemiyordum. Ama Allahın Sid¬neyli kızlarına onun kolay çevrilememesinin nedenlerini, onun da bizim gibi Teknik Üniversiteli bir mühendis olduğunu anlatırken, coşkusundan bir oyun oynadığını hayal ettiğini seziyordum.
Uzun lafı kısası, bizden hoşlandılar. İstiklal Caddesini, Oda¬kulenin oraya kadar sevgililer gibi sarmaş dolaş yürüdük. Gecenin karanlığında, yolda durup öpüşüyorduk kızlarla. Arada da dönüp, gerçek mi bu diye birbirimize bakıyorduk.
Kızlar size gidelim dedikçe, Hadi oğlum sana, bizimkiler evde, deyip durdu Nadir.
Üsküdardaki bodrum kat öğrenci evimizi öyle bir böcek basmıştı ki, tavandan üstümüze yağıyordu adeta! Götüremedim. Nadirin bile uzun süredir karşıya yolu düşmediğinden durumu bilmiyor ve anlam veremiyordu kabul etmeyişime.
Pera Palasın önüne kadar geldik. Nadirinki, paralı askerler hariç bizim için ilk deneyim olacağını çözmüştü kesin. Kuytulara çekiyordu çocuğu ve tekrarla söylediklerimi deyip ona yapacaklarını söyletiyor, Nadirin ise eli ayağı titrerken yanakları kızarıyordu.
Çok sonra, Kız bir senedir kimseyle birlikte olmadığını söyledi bana, diye anlatmıştı bize.
Sen ne dedin? diye sormuştuk.
Benim de o kadar oldu, dedim, demişti.
Kahkahadan nefes almaya fırsat bulduğumuz ilk anda, Anladı oğlum bizim yalan milliliğimizi, deyince, daha bir katılmıştık.
Pera Palas bizi elbette içeri almadı. Ertesi gece aynı yerde buluşmaya karar verdik. Gerekli ayarlamaları yaptıktan sonra, erkenden gidip neredeyse sabaha kadar bekledik ama gelen giden olmadı.
Biz de deli gibi kahrolup, sarhoş olduk o gece...
Aklımda sorular kendimi didiklerken, ekrana yazdıklarıma dehşetle baktım. Bu sefer, bu sefer dönüş yok, diye mırıldandığımı hatırlıyorum ve düşünmeye fırsat bırakmadan tweet tuşuna bastım:
Dün gece Zümrütevlerde, Berber Sonerde bir adam beni Remzi diye birine benzetip makasla üstüme saldırdı, canımı zor kurtardım.
Yaptığıma inanamayarak yayımladığım cümleyi oku¬dum üst üste. Kalbim gümbürdüyordu. Tabii, sabahın köründe kimse bir cevap yazmadı. İnsanlar okuyunca ciddiye alacak mı diye düşünüyordum. Karımın uyandığını fark etmemiştim. Tuvalet kapısının önünden, Saat kaç? diye seslenince irkildim.
Kabahat işlemiş bir çocuk gibi, kapıya dönüp, Altı buçuk, diye cevap verdim.
Galata Köprüsünün Yandığı Gece Oradaydık Biz Anne
Köprüye varıp aşağıya iner inmez, Atsak ya bunları, dedi.
Dönem başından beri tuttuğumuz Elektronik Devreleri notları geçti aklımdan bir an. Suya savursak çok da bir şey kaybetmezdik, finaller için adam gibi birinin defterini alıp fotokopisini çektirmeyecek miydik, bizimkilerde bir ders varsa beşi eksik değil miydi?
Bir an için sorumluluk hissi nereden de geldiyse, Kalsın, boş ver, diye cevap verdim.
Kemancıya doğru yürürken defterleri rulo yaptık aynı anda.
Saçlar uzundu. Yürürken postallarımızın üzerinde yaylanırdık, sağı solu bize bakan var mı diye keserdik.
Hafif içince, Kanka, ben bir mitoloji tanrısıyım ama kızlar bunu fark edemiyor, deyip gülerdi.
Deli gibi eğlendiğimizi hatırlıyorum o gece. Breaking The Lawı söylerken kendimizden geçmiş, Nothing Else Mattersta klasik saygı duruşumuza kalkmıştık.
One, One, Master of Puppets, diye tezahürata başlayınca, Attırayım Metallicanıza, demişti bir ızbandut.
Dört kişi olmamıza rağmen susmuş, ama oradan ayrıldığımızda Beşiktaşa yürürken, ilk fırsatta tek yakalayıp indirmeye yemin etmiştik hergeleyi.
Defterleri köprü altında unuttuğumuz o gecenin sabahında, radyodan köprünün yandığını dinledik Samide. Kahvaltı ediyorduk. Sami kelle saymış, gerektiği kadar çatal yıkamıştı. Ağız dolusu sövdük yakanlara, dikkatsizlik veya kundaklama fark etmez, anasını babasını ayırt etmeden beddualar ettik.
Annelerimiz bilse o gece orada olduğumuzu fenalık geçirirlerdi herhalde. Oysa, köprü vizelerden, finallerden sonraki tartışmasız duraktı gözümüzde. Tüm dertleri bohçalayıp Haliçe bı¬¬raktığımız, sonsuza kadar sürmeyeceğini sezdiğimiz keyifti. Dün¬¬¬yanın en güzel yerine kurulu film platosuydu. Orada bir bira içince tüm zamanlara dokunabiliyordu insan. Martılar, balıkçılar, İstanbulun akşam olurken dün¬yayı umursamayacak kadar güzel silueti birleşip ayak¬larımızı yerden kesiyordu. Köprü nefes almaktı, bütün imkânsızlıkları birleştiren bir şenlikti.
Sonra, Fakülte dört sene, bir ömür, dediğimiz zaman akıp geçti ve okulu bitirdik.
Nadir, bitirme tezini Teşvikiyede babaannesinin apartmanının kapısında unuttuğunu bir hafta sonra fark etmiş, Titreyerek gittim, ama kapıcı bulmuş Allahtan, ondan aldım, demişti o yaz sonu görüştüğümüzde.
Sözlüsünde profesörü, Seninkinin temeli Maxwell, yaz bakalım denklemini öncelikle bir tahtaya, deyince, garanti olsun diye bir kâğıda yazdığı notlarına bakarak, tebeşir aranmış; arkasında heyet gülmekten kırılırken onlara gülümsemiş ve ittir kalktır geçer notu almış benim gibi.
Hocası, Borçlusun bize, söz ver iyi mühendis olacağına, deyince çıkarken, Olacağım, diye söz vermiş o da.
Başardık da. O zaman zerre kadar inanmazken, en iyisi olduk bir dönem. İnsanın başına hiç düşünmeyeceği şeyler geliyormuş gerçekten meğer.
Her neyse, sözlüyü de hallettikten sonra Taksimdeki Yeni Kemancıya gittik kutlama niyetiyle. Büyük yük kalkmıştı üstümüzden. Pozitif elektrik falan hikâye, resmen hidroelektrik santralı gibi enerji saçıyorduk.
İçeri girer girmez, Avustralyalı iki kızla tanıştık. Na¬dirin saçlar iyice uzamış, olduğu yerde zıplıyordu ve mühendis çıktığımızı öyle bir anlatıyordu ki gelene geçene, gören Nobel Bilim Ödülünü aldık sanabilirdi.
Nasıl bir anda heyecanlanıp Oğuz Atayın büyüklüğüne geçebiliyordu, takip edemiyordum. Ama Allahın Sid¬neyli kızlarına onun kolay çevrilememesinin nedenlerini, onun da bizim gibi Teknik Üniversiteli bir mühendis olduğunu anlatırken, coşkusundan bir oyun oynadığını hayal ettiğini seziyordum.
Uzun lafı kısası, bizden hoşlandılar. İstiklal Caddesini, Oda¬kulenin oraya kadar sevgililer gibi sarmaş dolaş yürüdük. Gecenin karanlığında, yolda durup öpüşüyorduk kızlarla. Arada da dönüp, gerçek mi bu diye birbirimize bakıyorduk.
Kızlar size gidelim dedikçe, Hadi oğlum sana, bizimkiler evde, deyip durdu Nadir.
Üsküdardaki bodrum kat öğrenci evimizi öyle bir böcek basmıştı ki, tavandan üstümüze yağıyordu adeta! Götüremedim. Nadirin bile uzun süredir karşıya yolu düşmediğinden durumu bilmiyor ve anlam veremiyordu kabul etmeyişime.
Pera Palasın önüne kadar geldik. Nadirinki, paralı askerler hariç bizim için ilk deneyim olacağını çözmüştü kesin. Kuytulara çekiyordu çocuğu ve tekrarla söylediklerimi deyip ona yapacaklarını söyletiyor, Nadirin ise eli ayağı titrerken yanakları kızarıyordu.
Çok sonra, Kız bir senedir kimseyle birlikte olmadığını söyledi bana, diye anlatmıştı bize.
Sen ne dedin? diye sormuştuk.
Benim de o kadar oldu, dedim, demişti.
Kahkahadan nefes almaya fırsat bulduğumuz ilk anda, Anladı oğlum bizim yalan milliliğimizi, deyince, daha bir katılmıştık.
Pera Palas bizi elbette içeri almadı. Ertesi gece aynı yerde buluşmaya karar verdik. Gerekli ayarlamaları yaptıktan sonra, erkenden gidip neredeyse sabaha kadar bekledik ama gelen giden olmadı.
Biz de deli gibi kahrolup, sarhoş olduk o gece...
Yorumlar (0)
Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.