2789786046522
566072
https://www.turkishbooks.com/books/jean-echenoz-seti-6-kitap-takim-p566072.html
Jean Echenoz Seti (6 Kitap Takım)
17.556
Şimşekler
Şimşekler'de Echenoz, ampulden radyoya, röntgenden helikoptere, füzeden internete kadar bin bir türlü fikri öne sürmüş, alternatif akımı yaygınlaştırmış, bunlardan çoğunu başkalarına kaptırmış, takıntılarla dolu yaşamında bir türlü sosyal bir varlık olamamış ünlü mucit Nikola Tesla'yı anlatıyor. Sonraki yüzyılda teknoloji olarak kullanılacak ne var ne yoksa o bulur, ama bu icatları paraya çevirme konusunda yeteneksizdir. Şimşeklerle başlayan hayatı güvercinlerin arasında son bulur. Çaktırdığı şimşeklere karşın olukça düz bir yaşamı olan Tesla'yı ancak Flaubert ayarında bir yazar bu denli ironiyle anlatabilir, bir okuru ancak Flaubert bu denli kızdırabilir ve güldürebilir; edebiyat ehli bir okurun ağzı ancak böyle bir metin önünde açık kalabilir.
-MEÖ-
Koşmak
Şimdi, açıkçası, bu Echenoz büyük yazar; hakikaten büyük yazar. Bence, Fransız romanının son büyük temsilcisi; müthiş bir üslûpçu, harika bir hikâye anlatıcısı. Cidden, bu dediklerime kalpten inanıyorum. Ondan başka hangi yazar, Çekoslovakya Çekoslovakya iken, 19 Eylül 1922'de Koprivnice'de doğmuş, fakir bir ailenin altıncı çocuğu olan, on altı yaşında Zlin'deki ayakkabı fabrikası Bata'da çalışmaya başlayıp, bir gün fabrikanın spor danışmanının üç-beş çocuğu zorla uzun mesafe yarışında koşturması üzerine ikinci olup içinde "yahu madem koştuk, niye birinci olmadım" duygusu doğan, koştuğu her zaman o güne kadarki koşu üsluplarını yerle bir eden, onlarca altın madalya kazanıp, 1952 Helsinki olimpiyatlarında beş bin metre, on bin metre ve maratonun her birinde altın madalya alıp bir de her birinde rekor kıran "Çek Lokomotifi" lakaplı Emil Zatopek hakkında bir kitap yazar ki?
Bir Yıl
Daha dün gibi hatırlıyorum bu küçümen kitabı nereden aldığımı. Montparnasse garından trene binip Marsilya'ya gidiyordum. Büyülendim. Kısa bir sürede bitince, tüm iyi romanlarda sizi çarpan his, geldi çöktü üstüme: "Niye bitti ki?" Hakikaten, niye bitmişti ki? Ben, Echenoz'un yeni Fransız romanının en büyük üstatlarından biri olduğunu bu romanla anladım. Arkasından Ben Gidiyorum'u okudum. Aynı minvalde bir hikâyeydi. O da şahaneydi. İşin tuhaf tarafı, bu küçümen Bir Yıl da, Goncourt ödülü alan Ben Gidiyorum da, aslında, amaçsız, plansız, nedensiz bir kaçışın hikâyesi. Kahraman niye kendini yollara vurur, niye oradan oraya salınır, başına niye tüm bu anlamsız şeyler gelir, dünyaya niye böyle bakar ve daha da önemlisi, nasıl böyle büyük bir kayıtsızlıkla, büyük bir şefkatle bakar, sorup durdum kendime... Çözemedim. Çözdüğüm tek şey, bu romanların büyük bir okuma keyfi barındırdığı. Bu tecrübenin kaçırılacak bir tecrübe olmadığını düşünüyorum.
1914
Fransızların Büyük Savaş dedikleri Birinci Dünya Savaşı'nı küçük bir romana sığdırmak kolay olmasa gerek. Ama iğne deliğinden Hindistan geçiren Echenoz var karşımızda. Dolayısıyla romanın tam bir Homeros destanına dönüşmesi işten bile değil. Öyle de olur, Anthime adlı roman kahramanı, türdeşlerinin bu tuhaf, müziksiz, bitmek bilmez savaş dansının tam ortasına düşer. Tek "kahramanlığı" sağ eline taktığı şövalye yüzüğüdür belki de. Bir şarapnel parçası sağ kolunu özenle kesip aldığında o da kalmaz geriye. Oysa kolunu hiç unutmayacaktır o. Zaman geçtikçe daha çok hisseder sağ kolunu, öyle ki avucunun içinin acıdığını söyleyip tedavi ettirmeye bile yeltenecektir. Anthime'in kahramanlığı hafızasındaki kaşıntıdır bir bakıma. İşte böyle, Anthime yavaşça epik bir kahramana, okur da efsanevi zamanlara ait bir destanın dinleyicisine dönüşecektir.
Kraliçenin Huysuzluğu
Hemen hepsi öneri ya da istek üzerine yazılmış, insanı tuhaf bir biçimde etkisi altına alan bu öyküler, Echenoz'un dünyaya eşi benzeri olmayan bakışını özetliyor adeta. "Ne basit yazıyor" diyebilirsiniz, "sadece gördüğünü anlatıyor, olayları art arda diziyor, o kadar." Ama neleri görüyor Echenoz? Gördüklerini hangi sırayla anlatıyor? İşte bu sorunun yanıtıdır Echenoz'u eşsiz kılan. Biraz uzak, biraz alaycı bir edayla her cümleyi ince ince kurar, her sözcüğü titizlikle seçer, kendimize, çevremize, açmazlarımıza bambaşka bir gözle bakmamızı sağlar. "Le Bourget'de Üç Sandviç," trenle bu hüzünlü banliyö kasabasına sandviç yemeğe, üstelik üç kez giden bir adamı anlatır. "Luxembourg Bahçesi'nde Saat Yönünde Yirmi Kadın" eski Fransa kraliçelerinin heykellerini birkaç satırda betimler. "Kraliçenin Huysuzluğu" ise ... eh, bu öykünün can alıcı noktasını ise siz bulun.
Ravel
Bolero'yu herkes bilir. On dört on beş dakika boyunca aynı ritmi yineleyen, en sonunda yükselip zirveye ulaştığında bir anda kesiliveren, ilk temsilinde yaşlı bir teyzenin "deli işi bu" diye feryat ettiği bir orkestra eseri. Bestecisine sormuşlar, başyapıtınız hangisi diye, "Bolero" demiş, ardından hemen eklemiş, "ama içinde müzik yok." Bu müziğin doğum yeri Vésinet'deki bir fabrika. Bestecisi, Ravel, yani Echenoz'un deyişiyle "Ravel adı verilen organizma." Müşkülpesent, pimpirikli, mendebur, ama alabildiğine çocuksu. Bu organizmanın tek isteği tıpkı müziğine esin kaynağı olan fabrikalarda mükemmel uyum içinde dönüp duran çarklar ve dişliler gibi, bedenini dünya içinde bir yerlere tam bir uyum içinde yerleştirebilmek. Kısacık boyuyla hiçbir yere sığamayan Ravel uyku dünyasına da giremez bir türlü. Echenoz Ravel'i anlatırken çok mesafeli duruyor, yaklaşmak istemiyor sanki ona. E, deli deliyi görünce... Ama yazarımızın inanılmaz üslubu bir dahinin belki de başka hiçbir yolla giremeyeceğimiz iç dünyasını açıyor bize. Sadece on dört on beş dakikada.
Şimşekler'de Echenoz, ampulden radyoya, röntgenden helikoptere, füzeden internete kadar bin bir türlü fikri öne sürmüş, alternatif akımı yaygınlaştırmış, bunlardan çoğunu başkalarına kaptırmış, takıntılarla dolu yaşamında bir türlü sosyal bir varlık olamamış ünlü mucit Nikola Tesla'yı anlatıyor. Sonraki yüzyılda teknoloji olarak kullanılacak ne var ne yoksa o bulur, ama bu icatları paraya çevirme konusunda yeteneksizdir. Şimşeklerle başlayan hayatı güvercinlerin arasında son bulur. Çaktırdığı şimşeklere karşın olukça düz bir yaşamı olan Tesla'yı ancak Flaubert ayarında bir yazar bu denli ironiyle anlatabilir, bir okuru ancak Flaubert bu denli kızdırabilir ve güldürebilir; edebiyat ehli bir okurun ağzı ancak böyle bir metin önünde açık kalabilir.
-MEÖ-
Koşmak
Şimdi, açıkçası, bu Echenoz büyük yazar; hakikaten büyük yazar. Bence, Fransız romanının son büyük temsilcisi; müthiş bir üslûpçu, harika bir hikâye anlatıcısı. Cidden, bu dediklerime kalpten inanıyorum. Ondan başka hangi yazar, Çekoslovakya Çekoslovakya iken, 19 Eylül 1922'de Koprivnice'de doğmuş, fakir bir ailenin altıncı çocuğu olan, on altı yaşında Zlin'deki ayakkabı fabrikası Bata'da çalışmaya başlayıp, bir gün fabrikanın spor danışmanının üç-beş çocuğu zorla uzun mesafe yarışında koşturması üzerine ikinci olup içinde "yahu madem koştuk, niye birinci olmadım" duygusu doğan, koştuğu her zaman o güne kadarki koşu üsluplarını yerle bir eden, onlarca altın madalya kazanıp, 1952 Helsinki olimpiyatlarında beş bin metre, on bin metre ve maratonun her birinde altın madalya alıp bir de her birinde rekor kıran "Çek Lokomotifi" lakaplı Emil Zatopek hakkında bir kitap yazar ki?
Bir Yıl
Daha dün gibi hatırlıyorum bu küçümen kitabı nereden aldığımı. Montparnasse garından trene binip Marsilya'ya gidiyordum. Büyülendim. Kısa bir sürede bitince, tüm iyi romanlarda sizi çarpan his, geldi çöktü üstüme: "Niye bitti ki?" Hakikaten, niye bitmişti ki? Ben, Echenoz'un yeni Fransız romanının en büyük üstatlarından biri olduğunu bu romanla anladım. Arkasından Ben Gidiyorum'u okudum. Aynı minvalde bir hikâyeydi. O da şahaneydi. İşin tuhaf tarafı, bu küçümen Bir Yıl da, Goncourt ödülü alan Ben Gidiyorum da, aslında, amaçsız, plansız, nedensiz bir kaçışın hikâyesi. Kahraman niye kendini yollara vurur, niye oradan oraya salınır, başına niye tüm bu anlamsız şeyler gelir, dünyaya niye böyle bakar ve daha da önemlisi, nasıl böyle büyük bir kayıtsızlıkla, büyük bir şefkatle bakar, sorup durdum kendime... Çözemedim. Çözdüğüm tek şey, bu romanların büyük bir okuma keyfi barındırdığı. Bu tecrübenin kaçırılacak bir tecrübe olmadığını düşünüyorum.
1914
Fransızların Büyük Savaş dedikleri Birinci Dünya Savaşı'nı küçük bir romana sığdırmak kolay olmasa gerek. Ama iğne deliğinden Hindistan geçiren Echenoz var karşımızda. Dolayısıyla romanın tam bir Homeros destanına dönüşmesi işten bile değil. Öyle de olur, Anthime adlı roman kahramanı, türdeşlerinin bu tuhaf, müziksiz, bitmek bilmez savaş dansının tam ortasına düşer. Tek "kahramanlığı" sağ eline taktığı şövalye yüzüğüdür belki de. Bir şarapnel parçası sağ kolunu özenle kesip aldığında o da kalmaz geriye. Oysa kolunu hiç unutmayacaktır o. Zaman geçtikçe daha çok hisseder sağ kolunu, öyle ki avucunun içinin acıdığını söyleyip tedavi ettirmeye bile yeltenecektir. Anthime'in kahramanlığı hafızasındaki kaşıntıdır bir bakıma. İşte böyle, Anthime yavaşça epik bir kahramana, okur da efsanevi zamanlara ait bir destanın dinleyicisine dönüşecektir.
Kraliçenin Huysuzluğu
Hemen hepsi öneri ya da istek üzerine yazılmış, insanı tuhaf bir biçimde etkisi altına alan bu öyküler, Echenoz'un dünyaya eşi benzeri olmayan bakışını özetliyor adeta. "Ne basit yazıyor" diyebilirsiniz, "sadece gördüğünü anlatıyor, olayları art arda diziyor, o kadar." Ama neleri görüyor Echenoz? Gördüklerini hangi sırayla anlatıyor? İşte bu sorunun yanıtıdır Echenoz'u eşsiz kılan. Biraz uzak, biraz alaycı bir edayla her cümleyi ince ince kurar, her sözcüğü titizlikle seçer, kendimize, çevremize, açmazlarımıza bambaşka bir gözle bakmamızı sağlar. "Le Bourget'de Üç Sandviç," trenle bu hüzünlü banliyö kasabasına sandviç yemeğe, üstelik üç kez giden bir adamı anlatır. "Luxembourg Bahçesi'nde Saat Yönünde Yirmi Kadın" eski Fransa kraliçelerinin heykellerini birkaç satırda betimler. "Kraliçenin Huysuzluğu" ise ... eh, bu öykünün can alıcı noktasını ise siz bulun.
Ravel
Bolero'yu herkes bilir. On dört on beş dakika boyunca aynı ritmi yineleyen, en sonunda yükselip zirveye ulaştığında bir anda kesiliveren, ilk temsilinde yaşlı bir teyzenin "deli işi bu" diye feryat ettiği bir orkestra eseri. Bestecisine sormuşlar, başyapıtınız hangisi diye, "Bolero" demiş, ardından hemen eklemiş, "ama içinde müzik yok." Bu müziğin doğum yeri Vésinet'deki bir fabrika. Bestecisi, Ravel, yani Echenoz'un deyişiyle "Ravel adı verilen organizma." Müşkülpesent, pimpirikli, mendebur, ama alabildiğine çocuksu. Bu organizmanın tek isteği tıpkı müziğine esin kaynağı olan fabrikalarda mükemmel uyum içinde dönüp duran çarklar ve dişliler gibi, bedenini dünya içinde bir yerlere tam bir uyum içinde yerleştirebilmek. Kısacık boyuyla hiçbir yere sığamayan Ravel uyku dünyasına da giremez bir türlü. Echenoz Ravel'i anlatırken çok mesafeli duruyor, yaklaşmak istemiyor sanki ona. E, deli deliyi görünce... Ama yazarımızın inanılmaz üslubu bir dahinin belki de başka hiçbir yolla giremeyeceğimiz iç dünyasını açıyor bize. Sadece on dört on beş dakikada.
Şimşekler
Şimşekler'de Echenoz, ampulden radyoya, röntgenden helikoptere, füzeden internete kadar bin bir türlü fikri öne sürmüş, alternatif akımı yaygınlaştırmış, bunlardan çoğunu başkalarına kaptırmış, takıntılarla dolu yaşamında bir türlü sosyal bir varlık olamamış ünlü mucit Nikola Tesla'yı anlatıyor. Sonraki yüzyılda teknoloji olarak kullanılacak ne var ne yoksa o bulur, ama bu icatları paraya çevirme konusunda yeteneksizdir. Şimşeklerle başlayan hayatı güvercinlerin arasında son bulur. Çaktırdığı şimşeklere karşın olukça düz bir yaşamı olan Tesla'yı ancak Flaubert ayarında bir yazar bu denli ironiyle anlatabilir, bir okuru ancak Flaubert bu denli kızdırabilir ve güldürebilir; edebiyat ehli bir okurun ağzı ancak böyle bir metin önünde açık kalabilir.
-MEÖ-
Koşmak
Şimdi, açıkçası, bu Echenoz büyük yazar; hakikaten büyük yazar. Bence, Fransız romanının son büyük temsilcisi; müthiş bir üslûpçu, harika bir hikâye anlatıcısı. Cidden, bu dediklerime kalpten inanıyorum. Ondan başka hangi yazar, Çekoslovakya Çekoslovakya iken, 19 Eylül 1922'de Koprivnice'de doğmuş, fakir bir ailenin altıncı çocuğu olan, on altı yaşında Zlin'deki ayakkabı fabrikası Bata'da çalışmaya başlayıp, bir gün fabrikanın spor danışmanının üç-beş çocuğu zorla uzun mesafe yarışında koşturması üzerine ikinci olup içinde "yahu madem koştuk, niye birinci olmadım" duygusu doğan, koştuğu her zaman o güne kadarki koşu üsluplarını yerle bir eden, onlarca altın madalya kazanıp, 1952 Helsinki olimpiyatlarında beş bin metre, on bin metre ve maratonun her birinde altın madalya alıp bir de her birinde rekor kıran "Çek Lokomotifi" lakaplı Emil Zatopek hakkında bir kitap yazar ki?
Bir Yıl
Daha dün gibi hatırlıyorum bu küçümen kitabı nereden aldığımı. Montparnasse garından trene binip Marsilya'ya gidiyordum. Büyülendim. Kısa bir sürede bitince, tüm iyi romanlarda sizi çarpan his, geldi çöktü üstüme: "Niye bitti ki?" Hakikaten, niye bitmişti ki? Ben, Echenoz'un yeni Fransız romanının en büyük üstatlarından biri olduğunu bu romanla anladım. Arkasından Ben Gidiyorum'u okudum. Aynı minvalde bir hikâyeydi. O da şahaneydi. İşin tuhaf tarafı, bu küçümen Bir Yıl da, Goncourt ödülü alan Ben Gidiyorum da, aslında, amaçsız, plansız, nedensiz bir kaçışın hikâyesi. Kahraman niye kendini yollara vurur, niye oradan oraya salınır, başına niye tüm bu anlamsız şeyler gelir, dünyaya niye böyle bakar ve daha da önemlisi, nasıl böyle büyük bir kayıtsızlıkla, büyük bir şefkatle bakar, sorup durdum kendime... Çözemedim. Çözdüğüm tek şey, bu romanların büyük bir okuma keyfi barındırdığı. Bu tecrübenin kaçırılacak bir tecrübe olmadığını düşünüyorum.
1914
Fransızların Büyük Savaş dedikleri Birinci Dünya Savaşı'nı küçük bir romana sığdırmak kolay olmasa gerek. Ama iğne deliğinden Hindistan geçiren Echenoz var karşımızda. Dolayısıyla romanın tam bir Homeros destanına dönüşmesi işten bile değil. Öyle de olur, Anthime adlı roman kahramanı, türdeşlerinin bu tuhaf, müziksiz, bitmek bilmez savaş dansının tam ortasına düşer. Tek "kahramanlığı" sağ eline taktığı şövalye yüzüğüdür belki de. Bir şarapnel parçası sağ kolunu özenle kesip aldığında o da kalmaz geriye. Oysa kolunu hiç unutmayacaktır o. Zaman geçtikçe daha çok hisseder sağ kolunu, öyle ki avucunun içinin acıdığını söyleyip tedavi ettirmeye bile yeltenecektir. Anthime'in kahramanlığı hafızasındaki kaşıntıdır bir bakıma. İşte böyle, Anthime yavaşça epik bir kahramana, okur da efsanevi zamanlara ait bir destanın dinleyicisine dönüşecektir.
Kraliçenin Huysuzluğu
Hemen hepsi öneri ya da istek üzerine yazılmış, insanı tuhaf bir biçimde etkisi altına alan bu öyküler, Echenoz'un dünyaya eşi benzeri olmayan bakışını özetliyor adeta. "Ne basit yazıyor" diyebilirsiniz, "sadece gördüğünü anlatıyor, olayları art arda diziyor, o kadar." Ama neleri görüyor Echenoz? Gördüklerini hangi sırayla anlatıyor? İşte bu sorunun yanıtıdır Echenoz'u eşsiz kılan. Biraz uzak, biraz alaycı bir edayla her cümleyi ince ince kurar, her sözcüğü titizlikle seçer, kendimize, çevremize, açmazlarımıza bambaşka bir gözle bakmamızı sağlar. "Le Bourget'de Üç Sandviç," trenle bu hüzünlü banliyö kasabasına sandviç yemeğe, üstelik üç kez giden bir adamı anlatır. "Luxembourg Bahçesi'nde Saat Yönünde Yirmi Kadın" eski Fransa kraliçelerinin heykellerini birkaç satırda betimler. "Kraliçenin Huysuzluğu" ise ... eh, bu öykünün can alıcı noktasını ise siz bulun.
Ravel
Bolero'yu herkes bilir. On dört on beş dakika boyunca aynı ritmi yineleyen, en sonunda yükselip zirveye ulaştığında bir anda kesiliveren, ilk temsilinde yaşlı bir teyzenin "deli işi bu" diye feryat ettiği bir orkestra eseri. Bestecisine sormuşlar, başyapıtınız hangisi diye, "Bolero" demiş, ardından hemen eklemiş, "ama içinde müzik yok." Bu müziğin doğum yeri Vésinet'deki bir fabrika. Bestecisi, Ravel, yani Echenoz'un deyişiyle "Ravel adı verilen organizma." Müşkülpesent, pimpirikli, mendebur, ama alabildiğine çocuksu. Bu organizmanın tek isteği tıpkı müziğine esin kaynağı olan fabrikalarda mükemmel uyum içinde dönüp duran çarklar ve dişliler gibi, bedenini dünya içinde bir yerlere tam bir uyum içinde yerleştirebilmek. Kısacık boyuyla hiçbir yere sığamayan Ravel uyku dünyasına da giremez bir türlü. Echenoz Ravel'i anlatırken çok mesafeli duruyor, yaklaşmak istemiyor sanki ona. E, deli deliyi görünce... Ama yazarımızın inanılmaz üslubu bir dahinin belki de başka hiçbir yolla giremeyeceğimiz iç dünyasını açıyor bize. Sadece on dört on beş dakikada.
Şimşekler'de Echenoz, ampulden radyoya, röntgenden helikoptere, füzeden internete kadar bin bir türlü fikri öne sürmüş, alternatif akımı yaygınlaştırmış, bunlardan çoğunu başkalarına kaptırmış, takıntılarla dolu yaşamında bir türlü sosyal bir varlık olamamış ünlü mucit Nikola Tesla'yı anlatıyor. Sonraki yüzyılda teknoloji olarak kullanılacak ne var ne yoksa o bulur, ama bu icatları paraya çevirme konusunda yeteneksizdir. Şimşeklerle başlayan hayatı güvercinlerin arasında son bulur. Çaktırdığı şimşeklere karşın olukça düz bir yaşamı olan Tesla'yı ancak Flaubert ayarında bir yazar bu denli ironiyle anlatabilir, bir okuru ancak Flaubert bu denli kızdırabilir ve güldürebilir; edebiyat ehli bir okurun ağzı ancak böyle bir metin önünde açık kalabilir.
-MEÖ-
Koşmak
Şimdi, açıkçası, bu Echenoz büyük yazar; hakikaten büyük yazar. Bence, Fransız romanının son büyük temsilcisi; müthiş bir üslûpçu, harika bir hikâye anlatıcısı. Cidden, bu dediklerime kalpten inanıyorum. Ondan başka hangi yazar, Çekoslovakya Çekoslovakya iken, 19 Eylül 1922'de Koprivnice'de doğmuş, fakir bir ailenin altıncı çocuğu olan, on altı yaşında Zlin'deki ayakkabı fabrikası Bata'da çalışmaya başlayıp, bir gün fabrikanın spor danışmanının üç-beş çocuğu zorla uzun mesafe yarışında koşturması üzerine ikinci olup içinde "yahu madem koştuk, niye birinci olmadım" duygusu doğan, koştuğu her zaman o güne kadarki koşu üsluplarını yerle bir eden, onlarca altın madalya kazanıp, 1952 Helsinki olimpiyatlarında beş bin metre, on bin metre ve maratonun her birinde altın madalya alıp bir de her birinde rekor kıran "Çek Lokomotifi" lakaplı Emil Zatopek hakkında bir kitap yazar ki?
Bir Yıl
Daha dün gibi hatırlıyorum bu küçümen kitabı nereden aldığımı. Montparnasse garından trene binip Marsilya'ya gidiyordum. Büyülendim. Kısa bir sürede bitince, tüm iyi romanlarda sizi çarpan his, geldi çöktü üstüme: "Niye bitti ki?" Hakikaten, niye bitmişti ki? Ben, Echenoz'un yeni Fransız romanının en büyük üstatlarından biri olduğunu bu romanla anladım. Arkasından Ben Gidiyorum'u okudum. Aynı minvalde bir hikâyeydi. O da şahaneydi. İşin tuhaf tarafı, bu küçümen Bir Yıl da, Goncourt ödülü alan Ben Gidiyorum da, aslında, amaçsız, plansız, nedensiz bir kaçışın hikâyesi. Kahraman niye kendini yollara vurur, niye oradan oraya salınır, başına niye tüm bu anlamsız şeyler gelir, dünyaya niye böyle bakar ve daha da önemlisi, nasıl böyle büyük bir kayıtsızlıkla, büyük bir şefkatle bakar, sorup durdum kendime... Çözemedim. Çözdüğüm tek şey, bu romanların büyük bir okuma keyfi barındırdığı. Bu tecrübenin kaçırılacak bir tecrübe olmadığını düşünüyorum.
1914
Fransızların Büyük Savaş dedikleri Birinci Dünya Savaşı'nı küçük bir romana sığdırmak kolay olmasa gerek. Ama iğne deliğinden Hindistan geçiren Echenoz var karşımızda. Dolayısıyla romanın tam bir Homeros destanına dönüşmesi işten bile değil. Öyle de olur, Anthime adlı roman kahramanı, türdeşlerinin bu tuhaf, müziksiz, bitmek bilmez savaş dansının tam ortasına düşer. Tek "kahramanlığı" sağ eline taktığı şövalye yüzüğüdür belki de. Bir şarapnel parçası sağ kolunu özenle kesip aldığında o da kalmaz geriye. Oysa kolunu hiç unutmayacaktır o. Zaman geçtikçe daha çok hisseder sağ kolunu, öyle ki avucunun içinin acıdığını söyleyip tedavi ettirmeye bile yeltenecektir. Anthime'in kahramanlığı hafızasındaki kaşıntıdır bir bakıma. İşte böyle, Anthime yavaşça epik bir kahramana, okur da efsanevi zamanlara ait bir destanın dinleyicisine dönüşecektir.
Kraliçenin Huysuzluğu
Hemen hepsi öneri ya da istek üzerine yazılmış, insanı tuhaf bir biçimde etkisi altına alan bu öyküler, Echenoz'un dünyaya eşi benzeri olmayan bakışını özetliyor adeta. "Ne basit yazıyor" diyebilirsiniz, "sadece gördüğünü anlatıyor, olayları art arda diziyor, o kadar." Ama neleri görüyor Echenoz? Gördüklerini hangi sırayla anlatıyor? İşte bu sorunun yanıtıdır Echenoz'u eşsiz kılan. Biraz uzak, biraz alaycı bir edayla her cümleyi ince ince kurar, her sözcüğü titizlikle seçer, kendimize, çevremize, açmazlarımıza bambaşka bir gözle bakmamızı sağlar. "Le Bourget'de Üç Sandviç," trenle bu hüzünlü banliyö kasabasına sandviç yemeğe, üstelik üç kez giden bir adamı anlatır. "Luxembourg Bahçesi'nde Saat Yönünde Yirmi Kadın" eski Fransa kraliçelerinin heykellerini birkaç satırda betimler. "Kraliçenin Huysuzluğu" ise ... eh, bu öykünün can alıcı noktasını ise siz bulun.
Ravel
Bolero'yu herkes bilir. On dört on beş dakika boyunca aynı ritmi yineleyen, en sonunda yükselip zirveye ulaştığında bir anda kesiliveren, ilk temsilinde yaşlı bir teyzenin "deli işi bu" diye feryat ettiği bir orkestra eseri. Bestecisine sormuşlar, başyapıtınız hangisi diye, "Bolero" demiş, ardından hemen eklemiş, "ama içinde müzik yok." Bu müziğin doğum yeri Vésinet'deki bir fabrika. Bestecisi, Ravel, yani Echenoz'un deyişiyle "Ravel adı verilen organizma." Müşkülpesent, pimpirikli, mendebur, ama alabildiğine çocuksu. Bu organizmanın tek isteği tıpkı müziğine esin kaynağı olan fabrikalarda mükemmel uyum içinde dönüp duran çarklar ve dişliler gibi, bedenini dünya içinde bir yerlere tam bir uyum içinde yerleştirebilmek. Kısacık boyuyla hiçbir yere sığamayan Ravel uyku dünyasına da giremez bir türlü. Echenoz Ravel'i anlatırken çok mesafeli duruyor, yaklaşmak istemiyor sanki ona. E, deli deliyi görünce... Ama yazarımızın inanılmaz üslubu bir dahinin belki de başka hiçbir yolla giremeyeceğimiz iç dünyasını açıyor bize. Sadece on dört on beş dakikada.
Yorumlar (0)
Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.