9786054370320
585848
https://www.turkishbooks.com/books/husnune-ask-olsun-p585848.html
Hüsnüne Aşk Olsun
33.333
Kelimeler muhtelif milletlere benzerler. Yaşama biçimleri ve nesebleri de insanlara benzer. Birini sorup soruşturarak en ötedekine kadar gidilebilir. Bir metin, kelimeler âleminde kurulmuş bir meclistir. O meclise dahil olmak için kelimelerin sizi kabul etmesi gerekir. O kapıya varıp manaya talip olan kimse de usulü iyi bilmeli, onların hassasiyetlerini, ilişkilerini kısacası protokolü gözetmelidir. Hele Hüsn ü Aşk gibi alegorik, tasavvufi ve aşk içerikli bir metnin âlemine dahil olmak biraz daha zordur. Kelimeler gibi davranmayınca metne de nüfuz etmek imkânı yok gibidir.
Yaptığımız çalışmaya "şerh" demekten, şarihlere hürmeten ictinab ediyoruz. Ayrıca şerh etmek için kalbin inşirah olması gerekir. Kimyamızda aşkı okuduk, fakat yazamadık. Şerh, sözün küll'i ile hemhâl olmaktır. Orada bütün sözler aynı manaya delalet ederler. Hayrette kalmak, söylemek, susmak, söz kesilmek hepsi birdir. Zıtlıklar birbirinde mezc olur. Kelimeler mananın nazıyla tarumar da olur imar da. Bazen şerh edilen metne varmak isterken metnin alet, şerhin menzil olduğu, parçanın bütün, bütünün parça olduğu müşahede edilir. Bazen okunduğu hâlde yazılamayan, bazen de okunmadığı hâlde yazılabilen cümleler görünür. Söz konusu aşk olunca acziyetin güzelliği farkedilir. Kaleme alınan bu cümleler de Hüsnüne Aşk Olsun'un ne ön sözü ne de son sözüdür, çünkü o, bitmek ihtimali olmayan bir duygunun eseridir.
Semnun Muhib, mahabbet konusunda yüksek değerde sözleri ve nükteleri olan biriydi. Onun şöyle dediği nakledilmiştir: "Bir şey ancak kendisinden daha ince ve nazik bir şeyle ifade edilir. Mahabbetten daha rakik ve ince bir şey bulunmadığına göre o ne ile ifade edilebilir ki!" Yani söz konuşan kişinin, sevgi ise sevgilinin sıfatıdır. O hâlde söz, sevginin hakikatini idrak edemez.
Necip Fazıl da Rabıta-i Şerife'de şu hususları kaydediyor: "Ayan ve keşf veya keşfe iman suretiyle vahdete inananlardan yanlışlık zuhuru tasavvur edilmemelidir. Yanlışlık ve galat tasavvuru ancak inkârcılara atfedilebilir. Vahdet-i vücut fikrine mensup olanların kelime ve ibarelerinde niyeti gösterememek ihtimali vardır. Meselenin inceliğine zihin yoluyla erişemez, nazik manalar için kullanılan lafızları kullanamaz ve mecazi ifade yoluna gidebilirler. Sonuçta mahabbet galebe edince, artık tabirlere de riayet kabil olmaz ve bu yanlışlıklara yol açar."
Galib Dede her hâlükârda yaptığımız yorumlara kıyasla daha engin okyanuslarda mana incileri dermiş olmalıdır. Zaten her şiir, en az mesafeyle kendi şairine karşı durur. İtiraf edelim ki yaptığımız çalışmada tevil, bazen tanzir hüviyetine bürünmüş olabilir. Teklikte buluşmak bunu gerektirdiği için bazen yorumlayan, bazen de yorumlanan sözlere talip olduk.
Müşkil bir yola girip hâl dilini, kâl (söz) hâline getirmeye çalıştık. Bu sebeple Hüsnüne Aşk Olsun, yazıldığı süreden daha kısa sürede okunup bitirilecek türde bir eser değildir. Hâl sahibi veya hâle hâldeş olmayana semantiği karmaşık, mübhem ve belirsiz gelebilir, ancak sözün ve sözümüzün gücü bu kadarına yetmiştir. Nazariyatçı Reşit "herkes mamulat-ı zihniyesini anlar" diyor. .
Üslup hassasiyeti olan öğrencilerim, böyle bir çalışmaya niyetlendiğimizi öğrendiklerinde arzu ve beklentilerini değişik şekillerde ima ettiler. Hüsn ü Aşk'ı bir sanat eseri olarak seviyor, üzerine yapılacak çalışmanın o sanatı perdelemesini istemiyor ve ilmi çalışmalara çoğu defa hakim olan kuru ve didaktik anlatımlara soğuk bakıyorlardı. Doğrusu biz de bir sanat eseri için uygun üslubun, biraz sanatlı olabileceği kanaatini taşımışızdır. Anlatım, biraz bu anlayışla şekillenip vücut buldu, fakat zaten muhtevanın da bizi götürdüğü yer formülize edilmeye pek elverişli olmayan tabii bir şiir iklimiydi.
Ayrıca, biraz geleneğe uyarak, biraz da hâlin gereği, Hüsn ü Aşk'a eklenen Ses ve Yankı şiirinin de manzum bir yorum, alegorik bir versiyon ve şerh geleneğindeki talikat olarak görülmesini arz ederiz.
Beyitleri günümüz Türkçesiyle nesre çevirip, yorumlamaya çalışırken bir yabancı dilbilimcinin "kelimelerin sözlük anlamı değil kullanımı vardır" sözünü bir kez daha mutalaa etmek imkânımız oldu. Hiç bir kelimenin eş anlamlısı olmadığını ve aynı şiirin bile iki kere yazılamayacağını hatta okunamayacağını müşahede ettik. Sezai Karakoç, "Ben bütün şiirleri okudum, kendi şiirim hariç; okuduğum şiiri yazmam, yazdığım şiiri okuyamam" cümlesini biraz da bu hususa işaret etmek için kullanmış olmalıdır. Hüsn ü Aşk'ı bir daha yorumlamaya niyetlensek farklı şartlar ve hâlet-i ruhiyemizdeki değişim, vücut bulacak eserin mahiyetini de ona göre değiştirir ve yeniler sanıyoruz.
Okuyucumuzun anlayışını görüşlerimize esir etmemek için bizden önce Hüsn ü Aşk üzerine yapılmış metin çalışmalarındaki farklı yorumlara da dipnotlarda yer verilmiştir. Ancak ilave etmek gerekir ki Klasik Türk Edebiyatında muhayyile ancak belli bir çerçevede hürdür. Kişi kendi inanç, kültür, fıtri ve toplumsal özellikleriyle metne yaklaşmak imtiyazına sahip değildir. Prensipleri, metnin ve dönemin kolektif üslubu belirler ve yorumlayan gibi okuyucu da bu prensipleri kabul ederek o meclise dahil olur.
Beyitler yorumlanırken bir ıstılah, daha önceki beyitlerde geçmiş olsa bile gönderme yapmak yerine, elden geldiği ölçüde farklı ve bağlama uygun açıklamalarla yeniden değerlendirilmiş, söz konusu terimlerin toplu ve ansiklopedik bir fayda arz etmesi için indeksi hazırlanmıştır.
"Hüsnüne Aşk Olsun" fakirin şiirleri içinde müfred bir mısraydı. Onu yalnızlığıyla içli, fakat içten bir manzume olarak görüyor, yeni bir şiir kitabımız için belki isim olur diyorduk; mülhem olduğu esere nasip oldu.
Eserin başından itibaren Aşk ile seyr ü süluk edip kuyulara düştük, gam çöllerini geçtik, ateş denizlerinden aştık, kalbin kimyasına vardık. Son, bizim için de başladığımız yer oldu. Hamdolsun zor oldu, fakat "zorlukla beraber kolaylık" olduğunu gördük, Sühan (söz) bize de yetişti.
Yaptığımız çalışmaya "şerh" demekten, şarihlere hürmeten ictinab ediyoruz. Ayrıca şerh etmek için kalbin inşirah olması gerekir. Kimyamızda aşkı okuduk, fakat yazamadık. Şerh, sözün küll'i ile hemhâl olmaktır. Orada bütün sözler aynı manaya delalet ederler. Hayrette kalmak, söylemek, susmak, söz kesilmek hepsi birdir. Zıtlıklar birbirinde mezc olur. Kelimeler mananın nazıyla tarumar da olur imar da. Bazen şerh edilen metne varmak isterken metnin alet, şerhin menzil olduğu, parçanın bütün, bütünün parça olduğu müşahede edilir. Bazen okunduğu hâlde yazılamayan, bazen de okunmadığı hâlde yazılabilen cümleler görünür. Söz konusu aşk olunca acziyetin güzelliği farkedilir. Kaleme alınan bu cümleler de Hüsnüne Aşk Olsun'un ne ön sözü ne de son sözüdür, çünkü o, bitmek ihtimali olmayan bir duygunun eseridir.
Semnun Muhib, mahabbet konusunda yüksek değerde sözleri ve nükteleri olan biriydi. Onun şöyle dediği nakledilmiştir: "Bir şey ancak kendisinden daha ince ve nazik bir şeyle ifade edilir. Mahabbetten daha rakik ve ince bir şey bulunmadığına göre o ne ile ifade edilebilir ki!" Yani söz konuşan kişinin, sevgi ise sevgilinin sıfatıdır. O hâlde söz, sevginin hakikatini idrak edemez.
Necip Fazıl da Rabıta-i Şerife'de şu hususları kaydediyor: "Ayan ve keşf veya keşfe iman suretiyle vahdete inananlardan yanlışlık zuhuru tasavvur edilmemelidir. Yanlışlık ve galat tasavvuru ancak inkârcılara atfedilebilir. Vahdet-i vücut fikrine mensup olanların kelime ve ibarelerinde niyeti gösterememek ihtimali vardır. Meselenin inceliğine zihin yoluyla erişemez, nazik manalar için kullanılan lafızları kullanamaz ve mecazi ifade yoluna gidebilirler. Sonuçta mahabbet galebe edince, artık tabirlere de riayet kabil olmaz ve bu yanlışlıklara yol açar."
Galib Dede her hâlükârda yaptığımız yorumlara kıyasla daha engin okyanuslarda mana incileri dermiş olmalıdır. Zaten her şiir, en az mesafeyle kendi şairine karşı durur. İtiraf edelim ki yaptığımız çalışmada tevil, bazen tanzir hüviyetine bürünmüş olabilir. Teklikte buluşmak bunu gerektirdiği için bazen yorumlayan, bazen de yorumlanan sözlere talip olduk.
Müşkil bir yola girip hâl dilini, kâl (söz) hâline getirmeye çalıştık. Bu sebeple Hüsnüne Aşk Olsun, yazıldığı süreden daha kısa sürede okunup bitirilecek türde bir eser değildir. Hâl sahibi veya hâle hâldeş olmayana semantiği karmaşık, mübhem ve belirsiz gelebilir, ancak sözün ve sözümüzün gücü bu kadarına yetmiştir. Nazariyatçı Reşit "herkes mamulat-ı zihniyesini anlar" diyor. .
Üslup hassasiyeti olan öğrencilerim, böyle bir çalışmaya niyetlendiğimizi öğrendiklerinde arzu ve beklentilerini değişik şekillerde ima ettiler. Hüsn ü Aşk'ı bir sanat eseri olarak seviyor, üzerine yapılacak çalışmanın o sanatı perdelemesini istemiyor ve ilmi çalışmalara çoğu defa hakim olan kuru ve didaktik anlatımlara soğuk bakıyorlardı. Doğrusu biz de bir sanat eseri için uygun üslubun, biraz sanatlı olabileceği kanaatini taşımışızdır. Anlatım, biraz bu anlayışla şekillenip vücut buldu, fakat zaten muhtevanın da bizi götürdüğü yer formülize edilmeye pek elverişli olmayan tabii bir şiir iklimiydi.
Ayrıca, biraz geleneğe uyarak, biraz da hâlin gereği, Hüsn ü Aşk'a eklenen Ses ve Yankı şiirinin de manzum bir yorum, alegorik bir versiyon ve şerh geleneğindeki talikat olarak görülmesini arz ederiz.
Beyitleri günümüz Türkçesiyle nesre çevirip, yorumlamaya çalışırken bir yabancı dilbilimcinin "kelimelerin sözlük anlamı değil kullanımı vardır" sözünü bir kez daha mutalaa etmek imkânımız oldu. Hiç bir kelimenin eş anlamlısı olmadığını ve aynı şiirin bile iki kere yazılamayacağını hatta okunamayacağını müşahede ettik. Sezai Karakoç, "Ben bütün şiirleri okudum, kendi şiirim hariç; okuduğum şiiri yazmam, yazdığım şiiri okuyamam" cümlesini biraz da bu hususa işaret etmek için kullanmış olmalıdır. Hüsn ü Aşk'ı bir daha yorumlamaya niyetlensek farklı şartlar ve hâlet-i ruhiyemizdeki değişim, vücut bulacak eserin mahiyetini de ona göre değiştirir ve yeniler sanıyoruz.
Okuyucumuzun anlayışını görüşlerimize esir etmemek için bizden önce Hüsn ü Aşk üzerine yapılmış metin çalışmalarındaki farklı yorumlara da dipnotlarda yer verilmiştir. Ancak ilave etmek gerekir ki Klasik Türk Edebiyatında muhayyile ancak belli bir çerçevede hürdür. Kişi kendi inanç, kültür, fıtri ve toplumsal özellikleriyle metne yaklaşmak imtiyazına sahip değildir. Prensipleri, metnin ve dönemin kolektif üslubu belirler ve yorumlayan gibi okuyucu da bu prensipleri kabul ederek o meclise dahil olur.
Beyitler yorumlanırken bir ıstılah, daha önceki beyitlerde geçmiş olsa bile gönderme yapmak yerine, elden geldiği ölçüde farklı ve bağlama uygun açıklamalarla yeniden değerlendirilmiş, söz konusu terimlerin toplu ve ansiklopedik bir fayda arz etmesi için indeksi hazırlanmıştır.
"Hüsnüne Aşk Olsun" fakirin şiirleri içinde müfred bir mısraydı. Onu yalnızlığıyla içli, fakat içten bir manzume olarak görüyor, yeni bir şiir kitabımız için belki isim olur diyorduk; mülhem olduğu esere nasip oldu.
Eserin başından itibaren Aşk ile seyr ü süluk edip kuyulara düştük, gam çöllerini geçtik, ateş denizlerinden aştık, kalbin kimyasına vardık. Son, bizim için de başladığımız yer oldu. Hamdolsun zor oldu, fakat "zorlukla beraber kolaylık" olduğunu gördük, Sühan (söz) bize de yetişti.
Kelimeler muhtelif milletlere benzerler. Yaşama biçimleri ve nesebleri de insanlara benzer. Birini sorup soruşturarak en ötedekine kadar gidilebilir. Bir metin, kelimeler âleminde kurulmuş bir meclistir. O meclise dahil olmak için kelimelerin sizi kabul etmesi gerekir. O kapıya varıp manaya talip olan kimse de usulü iyi bilmeli, onların hassasiyetlerini, ilişkilerini kısacası protokolü gözetmelidir. Hele Hüsn ü Aşk gibi alegorik, tasavvufi ve aşk içerikli bir metnin âlemine dahil olmak biraz daha zordur. Kelimeler gibi davranmayınca metne de nüfuz etmek imkânı yok gibidir.
Yaptığımız çalışmaya "şerh" demekten, şarihlere hürmeten ictinab ediyoruz. Ayrıca şerh etmek için kalbin inşirah olması gerekir. Kimyamızda aşkı okuduk, fakat yazamadık. Şerh, sözün küll'i ile hemhâl olmaktır. Orada bütün sözler aynı manaya delalet ederler. Hayrette kalmak, söylemek, susmak, söz kesilmek hepsi birdir. Zıtlıklar birbirinde mezc olur. Kelimeler mananın nazıyla tarumar da olur imar da. Bazen şerh edilen metne varmak isterken metnin alet, şerhin menzil olduğu, parçanın bütün, bütünün parça olduğu müşahede edilir. Bazen okunduğu hâlde yazılamayan, bazen de okunmadığı hâlde yazılabilen cümleler görünür. Söz konusu aşk olunca acziyetin güzelliği farkedilir. Kaleme alınan bu cümleler de Hüsnüne Aşk Olsun'un ne ön sözü ne de son sözüdür, çünkü o, bitmek ihtimali olmayan bir duygunun eseridir.
Semnun Muhib, mahabbet konusunda yüksek değerde sözleri ve nükteleri olan biriydi. Onun şöyle dediği nakledilmiştir: "Bir şey ancak kendisinden daha ince ve nazik bir şeyle ifade edilir. Mahabbetten daha rakik ve ince bir şey bulunmadığına göre o ne ile ifade edilebilir ki!" Yani söz konuşan kişinin, sevgi ise sevgilinin sıfatıdır. O hâlde söz, sevginin hakikatini idrak edemez.
Necip Fazıl da Rabıta-i Şerife'de şu hususları kaydediyor: "Ayan ve keşf veya keşfe iman suretiyle vahdete inananlardan yanlışlık zuhuru tasavvur edilmemelidir. Yanlışlık ve galat tasavvuru ancak inkârcılara atfedilebilir. Vahdet-i vücut fikrine mensup olanların kelime ve ibarelerinde niyeti gösterememek ihtimali vardır. Meselenin inceliğine zihin yoluyla erişemez, nazik manalar için kullanılan lafızları kullanamaz ve mecazi ifade yoluna gidebilirler. Sonuçta mahabbet galebe edince, artık tabirlere de riayet kabil olmaz ve bu yanlışlıklara yol açar."
Galib Dede her hâlükârda yaptığımız yorumlara kıyasla daha engin okyanuslarda mana incileri dermiş olmalıdır. Zaten her şiir, en az mesafeyle kendi şairine karşı durur. İtiraf edelim ki yaptığımız çalışmada tevil, bazen tanzir hüviyetine bürünmüş olabilir. Teklikte buluşmak bunu gerektirdiği için bazen yorumlayan, bazen de yorumlanan sözlere talip olduk.
Müşkil bir yola girip hâl dilini, kâl (söz) hâline getirmeye çalıştık. Bu sebeple Hüsnüne Aşk Olsun, yazıldığı süreden daha kısa sürede okunup bitirilecek türde bir eser değildir. Hâl sahibi veya hâle hâldeş olmayana semantiği karmaşık, mübhem ve belirsiz gelebilir, ancak sözün ve sözümüzün gücü bu kadarına yetmiştir. Nazariyatçı Reşit "herkes mamulat-ı zihniyesini anlar" diyor. .
Üslup hassasiyeti olan öğrencilerim, böyle bir çalışmaya niyetlendiğimizi öğrendiklerinde arzu ve beklentilerini değişik şekillerde ima ettiler. Hüsn ü Aşk'ı bir sanat eseri olarak seviyor, üzerine yapılacak çalışmanın o sanatı perdelemesini istemiyor ve ilmi çalışmalara çoğu defa hakim olan kuru ve didaktik anlatımlara soğuk bakıyorlardı. Doğrusu biz de bir sanat eseri için uygun üslubun, biraz sanatlı olabileceği kanaatini taşımışızdır. Anlatım, biraz bu anlayışla şekillenip vücut buldu, fakat zaten muhtevanın da bizi götürdüğü yer formülize edilmeye pek elverişli olmayan tabii bir şiir iklimiydi.
Ayrıca, biraz geleneğe uyarak, biraz da hâlin gereği, Hüsn ü Aşk'a eklenen Ses ve Yankı şiirinin de manzum bir yorum, alegorik bir versiyon ve şerh geleneğindeki talikat olarak görülmesini arz ederiz.
Beyitleri günümüz Türkçesiyle nesre çevirip, yorumlamaya çalışırken bir yabancı dilbilimcinin "kelimelerin sözlük anlamı değil kullanımı vardır" sözünü bir kez daha mutalaa etmek imkânımız oldu. Hiç bir kelimenin eş anlamlısı olmadığını ve aynı şiirin bile iki kere yazılamayacağını hatta okunamayacağını müşahede ettik. Sezai Karakoç, "Ben bütün şiirleri okudum, kendi şiirim hariç; okuduğum şiiri yazmam, yazdığım şiiri okuyamam" cümlesini biraz da bu hususa işaret etmek için kullanmış olmalıdır. Hüsn ü Aşk'ı bir daha yorumlamaya niyetlensek farklı şartlar ve hâlet-i ruhiyemizdeki değişim, vücut bulacak eserin mahiyetini de ona göre değiştirir ve yeniler sanıyoruz.
Okuyucumuzun anlayışını görüşlerimize esir etmemek için bizden önce Hüsn ü Aşk üzerine yapılmış metin çalışmalarındaki farklı yorumlara da dipnotlarda yer verilmiştir. Ancak ilave etmek gerekir ki Klasik Türk Edebiyatında muhayyile ancak belli bir çerçevede hürdür. Kişi kendi inanç, kültür, fıtri ve toplumsal özellikleriyle metne yaklaşmak imtiyazına sahip değildir. Prensipleri, metnin ve dönemin kolektif üslubu belirler ve yorumlayan gibi okuyucu da bu prensipleri kabul ederek o meclise dahil olur.
Beyitler yorumlanırken bir ıstılah, daha önceki beyitlerde geçmiş olsa bile gönderme yapmak yerine, elden geldiği ölçüde farklı ve bağlama uygun açıklamalarla yeniden değerlendirilmiş, söz konusu terimlerin toplu ve ansiklopedik bir fayda arz etmesi için indeksi hazırlanmıştır.
"Hüsnüne Aşk Olsun" fakirin şiirleri içinde müfred bir mısraydı. Onu yalnızlığıyla içli, fakat içten bir manzume olarak görüyor, yeni bir şiir kitabımız için belki isim olur diyorduk; mülhem olduğu esere nasip oldu.
Eserin başından itibaren Aşk ile seyr ü süluk edip kuyulara düştük, gam çöllerini geçtik, ateş denizlerinden aştık, kalbin kimyasına vardık. Son, bizim için de başladığımız yer oldu. Hamdolsun zor oldu, fakat "zorlukla beraber kolaylık" olduğunu gördük, Sühan (söz) bize de yetişti.
Yaptığımız çalışmaya "şerh" demekten, şarihlere hürmeten ictinab ediyoruz. Ayrıca şerh etmek için kalbin inşirah olması gerekir. Kimyamızda aşkı okuduk, fakat yazamadık. Şerh, sözün küll'i ile hemhâl olmaktır. Orada bütün sözler aynı manaya delalet ederler. Hayrette kalmak, söylemek, susmak, söz kesilmek hepsi birdir. Zıtlıklar birbirinde mezc olur. Kelimeler mananın nazıyla tarumar da olur imar da. Bazen şerh edilen metne varmak isterken metnin alet, şerhin menzil olduğu, parçanın bütün, bütünün parça olduğu müşahede edilir. Bazen okunduğu hâlde yazılamayan, bazen de okunmadığı hâlde yazılabilen cümleler görünür. Söz konusu aşk olunca acziyetin güzelliği farkedilir. Kaleme alınan bu cümleler de Hüsnüne Aşk Olsun'un ne ön sözü ne de son sözüdür, çünkü o, bitmek ihtimali olmayan bir duygunun eseridir.
Semnun Muhib, mahabbet konusunda yüksek değerde sözleri ve nükteleri olan biriydi. Onun şöyle dediği nakledilmiştir: "Bir şey ancak kendisinden daha ince ve nazik bir şeyle ifade edilir. Mahabbetten daha rakik ve ince bir şey bulunmadığına göre o ne ile ifade edilebilir ki!" Yani söz konuşan kişinin, sevgi ise sevgilinin sıfatıdır. O hâlde söz, sevginin hakikatini idrak edemez.
Necip Fazıl da Rabıta-i Şerife'de şu hususları kaydediyor: "Ayan ve keşf veya keşfe iman suretiyle vahdete inananlardan yanlışlık zuhuru tasavvur edilmemelidir. Yanlışlık ve galat tasavvuru ancak inkârcılara atfedilebilir. Vahdet-i vücut fikrine mensup olanların kelime ve ibarelerinde niyeti gösterememek ihtimali vardır. Meselenin inceliğine zihin yoluyla erişemez, nazik manalar için kullanılan lafızları kullanamaz ve mecazi ifade yoluna gidebilirler. Sonuçta mahabbet galebe edince, artık tabirlere de riayet kabil olmaz ve bu yanlışlıklara yol açar."
Galib Dede her hâlükârda yaptığımız yorumlara kıyasla daha engin okyanuslarda mana incileri dermiş olmalıdır. Zaten her şiir, en az mesafeyle kendi şairine karşı durur. İtiraf edelim ki yaptığımız çalışmada tevil, bazen tanzir hüviyetine bürünmüş olabilir. Teklikte buluşmak bunu gerektirdiği için bazen yorumlayan, bazen de yorumlanan sözlere talip olduk.
Müşkil bir yola girip hâl dilini, kâl (söz) hâline getirmeye çalıştık. Bu sebeple Hüsnüne Aşk Olsun, yazıldığı süreden daha kısa sürede okunup bitirilecek türde bir eser değildir. Hâl sahibi veya hâle hâldeş olmayana semantiği karmaşık, mübhem ve belirsiz gelebilir, ancak sözün ve sözümüzün gücü bu kadarına yetmiştir. Nazariyatçı Reşit "herkes mamulat-ı zihniyesini anlar" diyor. .
Üslup hassasiyeti olan öğrencilerim, böyle bir çalışmaya niyetlendiğimizi öğrendiklerinde arzu ve beklentilerini değişik şekillerde ima ettiler. Hüsn ü Aşk'ı bir sanat eseri olarak seviyor, üzerine yapılacak çalışmanın o sanatı perdelemesini istemiyor ve ilmi çalışmalara çoğu defa hakim olan kuru ve didaktik anlatımlara soğuk bakıyorlardı. Doğrusu biz de bir sanat eseri için uygun üslubun, biraz sanatlı olabileceği kanaatini taşımışızdır. Anlatım, biraz bu anlayışla şekillenip vücut buldu, fakat zaten muhtevanın da bizi götürdüğü yer formülize edilmeye pek elverişli olmayan tabii bir şiir iklimiydi.
Ayrıca, biraz geleneğe uyarak, biraz da hâlin gereği, Hüsn ü Aşk'a eklenen Ses ve Yankı şiirinin de manzum bir yorum, alegorik bir versiyon ve şerh geleneğindeki talikat olarak görülmesini arz ederiz.
Beyitleri günümüz Türkçesiyle nesre çevirip, yorumlamaya çalışırken bir yabancı dilbilimcinin "kelimelerin sözlük anlamı değil kullanımı vardır" sözünü bir kez daha mutalaa etmek imkânımız oldu. Hiç bir kelimenin eş anlamlısı olmadığını ve aynı şiirin bile iki kere yazılamayacağını hatta okunamayacağını müşahede ettik. Sezai Karakoç, "Ben bütün şiirleri okudum, kendi şiirim hariç; okuduğum şiiri yazmam, yazdığım şiiri okuyamam" cümlesini biraz da bu hususa işaret etmek için kullanmış olmalıdır. Hüsn ü Aşk'ı bir daha yorumlamaya niyetlensek farklı şartlar ve hâlet-i ruhiyemizdeki değişim, vücut bulacak eserin mahiyetini de ona göre değiştirir ve yeniler sanıyoruz.
Okuyucumuzun anlayışını görüşlerimize esir etmemek için bizden önce Hüsn ü Aşk üzerine yapılmış metin çalışmalarındaki farklı yorumlara da dipnotlarda yer verilmiştir. Ancak ilave etmek gerekir ki Klasik Türk Edebiyatında muhayyile ancak belli bir çerçevede hürdür. Kişi kendi inanç, kültür, fıtri ve toplumsal özellikleriyle metne yaklaşmak imtiyazına sahip değildir. Prensipleri, metnin ve dönemin kolektif üslubu belirler ve yorumlayan gibi okuyucu da bu prensipleri kabul ederek o meclise dahil olur.
Beyitler yorumlanırken bir ıstılah, daha önceki beyitlerde geçmiş olsa bile gönderme yapmak yerine, elden geldiği ölçüde farklı ve bağlama uygun açıklamalarla yeniden değerlendirilmiş, söz konusu terimlerin toplu ve ansiklopedik bir fayda arz etmesi için indeksi hazırlanmıştır.
"Hüsnüne Aşk Olsun" fakirin şiirleri içinde müfred bir mısraydı. Onu yalnızlığıyla içli, fakat içten bir manzume olarak görüyor, yeni bir şiir kitabımız için belki isim olur diyorduk; mülhem olduğu esere nasip oldu.
Eserin başından itibaren Aşk ile seyr ü süluk edip kuyulara düştük, gam çöllerini geçtik, ateş denizlerinden aştık, kalbin kimyasına vardık. Son, bizim için de başladığımız yer oldu. Hamdolsun zor oldu, fakat "zorlukla beraber kolaylık" olduğunu gördük, Sühan (söz) bize de yetişti.
Yorumlar (0)
Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.